Multilingual Turkish Dictionary

Turkish

Turkish
HUDUD-U MEMALİK : Turkish Risale

Memleket hudutları. Ülkenin sınırları

HUDUD-U ŞER'İYYE : Turkish Risale

Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar

HUDUDNAME : Turkish Risale

f. Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. * Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika

HUDUMME : Turkish Risale

Kolları kalın olan. * Büyük emir

HUDUR : Turkish Risale

Aşağı indirmek. * Bir yeri şişmek

HUDUS : Turkish Risale

Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme

HUDUS VE İMKÂN : Turkish Risale

Usul-üd din ve İlm-i kelâmın dâhi ulemâsının ve Hükemâ-i İslâmiyyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlar ile isbat ettikleri hudus ve imkân hakikatları.(Onlar demişler ki: Mâdem âlemde ve her şeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadim olmaz. Mâdem hâdistir elbette onu ihdâs eden bir Sâni' var. Ve mâdem her şeyin zâtında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsâvidir. Elbette vâcib ve ezeli olamaz. Ve mâdem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icâdetmek mümkün olmadığı kat'i bürhanlarla isbat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcib-ül Vücudun mevcudiyeti lâzımdır ki, naziri mümteni, misli muhal ve bütün mâadâsı mümkin ve mâsivâsı mahluku olacak. Evet hudus hakikatı, kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor. Diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü; gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefât eder ki, her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zihayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi nebatât ve küçücük hayvanat o âlem ile beraber vefât ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a'mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek, Hafiz-i Zülcelâlin himayesi altında hikmetine emânet eder. Sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde haşr-i a'zamın yüzbin misâli ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip âyetinin bir misalini gösteriyorlar. Hem hey'et-i mecmua cihetinde her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve tâze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudusda gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhânedir ki, zihayat kâinatlar ona misâfir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyâlar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. İşte bu dünyada böyle hayatdar dünyâları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mizanla ve müvâzene ve intizam ve nizamla ihdâs ve icad edip, Rabbanî maksadlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadirâne istimal ve rahimane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti bilbedahe, güneş gibi akıllara görünüyor. Ş.)(Gelelim imkân bahsine: Mütekellimîn demişler ki:İmkân mütesâviyy-üt-tarafeyn'dir. Yâni, adem ve vücud ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icâd edip teselsül edemez. Yâhut, o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor. S.)(İmkân ciheti ise; o da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, külli ve cüz'i bulunsun, büyük ve küçük olsun, arştan ferşe, zerratdan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mâhiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek, hem suretler adedince imkânlar ve ihtimâller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münâsib o muayyen sureti giydirmek; hem hemcinsinden olan eşhâsın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem sıfatların nev'leri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasından, hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazları takmak ve techiz etmek, elbe

HUDUŞ : Turkish Risale

Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara

HUDİR : Turkish Risale

Yumuşak taze ot

HUFAL : Turkish Risale

Çok

HUFALE : Turkish Risale

Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan. * Her kabuklunun arınıp pâk olanı. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. * Yağ tortusu. * Şıra sıkıntısı ve kepeği

HUFARE : Turkish Risale

Ahd. * Ücret. * Hayâ şiddeti

HUFAS : Turkish Risale

Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan

HUFDUD : Turkish Risale

Bir kuş ismi

HUFF : Turkish Risale

Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı. * Deve tabanı isimli bir nebat

HUFFAZ : Turkish Risale

(Hâfız. C.) Hâfızlar

HUFFAŞ : Turkish Risale

Yarasa. Gece kuşu

HUFNE : Turkish Risale

(C.: Hufün) Çukur

HUFRE : Turkish Risale

Ahd, söz

HUFRETEYN : Turkish Risale

İki çukur. İki delik

HUFRETEYN-İ ENF : Turkish Risale

Burun delikleri

HUFTE : Turkish Risale

(C.: Huftegân) Yatmış, uyumuş

HUFTE-GÂN : Turkish Risale

(Hufte. C.) f. Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler

HUFTE-GÎ : Turkish Risale

f. Yatıp uyuma

HUFUF : Turkish Risale

Maişet şiddeti, geçim zorluğu. * Darlık